SARICAKAYA, MİHALGAZİ VE MAYISLAR TARAFLARI-1 (Bozkırın Aynasından Oraların Yeşilliklerine)
Yarımca'nın yamaçlarına yeni açılmış, az virajlı ve düzgün yoldan çıkıyoruz, bir süre sonra yolun iki tarafı sık meşe ormanlarıyla ilerliyor, meşeler o kadar yüksek boylu değil, yola yakın düz, yatak yerlerde açılmış küçük parçalardan ibaret yayla tarlaları. Tarlalar sürülmüş, orman toprağı kadar kara ve kuvvetli duruyor, bu toprak, tırmandığımız güney yamaçların beyaz, benekli, boz, çıplak yamaçlarının rengine hiç benzemiyor, buralarda meşelikler toprağı, toprak meşelikleri besliyor. Dağın üzeri dalgalı bir meşe denizi, sağa sola ilerleyip gidiyor göz alabildiğine.Tüm küçük tepelerin, tüm küçük yamaçların, tüm yatak yerlerin üzerine gelen mevsimle bir kahvelik, bir karışık sarılık, bir hafif kızıllık, bir güz kızıllığı, sol tarafımızdaki yamaçların az bir yerine bir sabah güneşi sağ tarafımızdaki yamaçların çok yerine bir buğulu, belki biraz ılık ilk kış ayının cansız kış güneşinin aydınlığıyla yazdan ve tekmil bir güzden kalan güz hüznü, son ayların kırağılı günlerinin yakıcı sonbahar renkleriyle çöküyor.
Hekimdağ Geçidinden az önce bir dere yatağına girip çıksak da, oralarda az aydınlık alan yerlerde az bir yeşillik gözlerimizi doldursa da, biraz yükselince sonbahar renkleriyle, sonbahar renklerinden hafif kahve, hafif sarı, hafif kavruk kırmızı, hafif kızıl, hafif güz kızılı olup düşen yapraklarla yerler gazel olup bir güz hüznü olup oralara bir geniş kilim gibi, bir geniş sergi gibi seriliyor, bu mevsimler manzarasıyla adamı alıp hüzne veriyor. Biz Bozdağın beyaz benekli, çorak rengi benekli, gri benekli, kahve benekli, taş rengi benekli güneş alan ve çıplak yüzünü görsek de uzaklardan, mevsimlerden güz mevsimi 1200 rakımlı Hekimdağ Geçidinden sonra, Yarımca köyünden az sonra böyle geçiyor. Gücünü kuvvetini esirgemeden üzerindeki ağaçlara, korulara veren toprağa, yaprağının zenginliğini, gölgesini, çektiği, biriktirdiği çiği, yağmuru cömertçe veren ve kazık kökünün yanında saçak köküyle oraları sonsuz kucaklayan bu meşe ormanları, Yarımca köyünden az sonra mevsimlerden güz mevsimi tüm renkleri yüklenip bu kışın ilk günlerine ve oralara yığmış olarak böyle geçiyor.
Diğer ilçe yollarını tamamen tutan, tarım eylemlerinin sahnelendiği geniş, genellikle kır tarlalarda ya yaz hüznünü iyice yitirmiş, fiğ tarihi görünümlü anızlı tarlalar ya da son güz yağmurlarıyla tava gelip ekilmiş, ekime hazır yağ gibi tarlalar ve tarlaların içinde bir iki ahlat, alıç, yamaç tarlaların yukarılarında bozulmuş, kısa boylu, çok seyrek çalı türü ardıçlar, çamlar...
Başka iklime götürüyor, bu iklim Karadeniz iklimi mi desem, Akdeniz iklimi mi desem... Tam bu zamanlarda Batı Karadeniz coğrafyasını bütünleyen vadi, tepe ve dağlarda oralara çöken sis kümeleri, bir inişe başladığımızda bir tepenin beleninde, bir çanağın ve vadin dibinde tüm manzaranın önüne geçiyor. Görüş mesafesi iyice düşüyor, yolda da... Bir yerleşmeye girerken yavaşlıyoruz.
Cevdet Türkay'ın Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar adlı eserine göre Yörükan taifesinden olan "Küplü" topluluğu, Bilecik kazası Sultanönü'nde de kayıtlı olan ve yakın tarihte Küplü köyü yerine Dağküplü köyü olarak ifade edilen köye az az inmeye başlayınca, sağ yanımızda ileride benek benek yamaçlı yüksek tepelerin çıplak yamaçları birden aşağılara iniyor, bu manzaranın bir yerine sabah sisi oturmuş öylece duruyor, sanki biz gökyüzünde bir uçaktaymış hissindeyiz. Bir iki dönemeçle bir uçurumun başından kaçar gibi yamaca dar ev alanlarıyla avlusuz tutunmuş, aşağıda çukurluktaki meyve ve belki de kırağılarla tarumar olmuş sebze bahçelerini bekleyen yol boyu yamaç köy özelliği gösteren köyün taş duvarlı, toprak ve beton evlerini geçiyoruz, Yolun alt tarafında fazla ev yok, onların kırmızı kiremitleri ve yola açılan kapıları.. Bir yarım daire çizip yorgun görünümlü evlerinin arasından köyü çıkıyoruz, tepenin ucunda sola dönmeden az önce, köy yukarıda üst tarafları sık ağaçlık, aşağısı da dar bahçelerin içinde, sınırlarında renkten renge girip güz mevsimini oturtmuş kuytu ve geniş bir çanak olup köyün oradaki en önemli varlığı gibi. Bu çanak, ta dere yatağına varıp dik, benekli ve verimsiz duran karşıdaki taştan, yüksek yamaçlarla bitiyor.
"Dağküplü köyünün tarlaları geçtiğimiz meşe ormanlıklarının kıyılarında olmalı, buralar dere tepe ve dağlar içi karmaşasında, bu köy nasıl geçinir?" diyorum.
Kaptan: "Aşağıya iniyoruz, yataklarda da yerleri olabilir."
Köyden kurtulunca çamlıklar başlıyor.
Gittikçe dere yatağına yer yer sisler içinde iniyoruz. Biraz sonra bir mandalina sarısı, bir portakal sarısı yataktaki bahçenin bir yerinde genç bir ağaçta oralara Ege bahçeleri havası katıyor.
"Sıcaklık değişti, buralar daha ılık." diyor, Kaptan.
Bir süre çamlıklar ve yatakta bahçeler eşlik ediyor, ilerilerde ve yukarılarda sarı sarı uçurumlar gibi duran yalçın kayalar, yemyeşil çamlığın, tarumar olmuş bir iki dar bahçenin üzerine düşecekmiş gibi duruyor.
Sis öbekleri, birçok derenin yukarılarına sokulup kalmış, onları oralarda tutan bir şey var sanki... Aşağılara iyice inince sis tamamen kalkıyor. Yer yer bahçecilik faaliyetleri mekanları, dar küçük parçalarıyla vadi düzlüğünü çitlerle tutuyor.
Kayaların renginden Sarıcakaya'ya geldiğimizi tahmin edip:
"Geldik mi?"
"Yatakta şöyle bir dolanıp Asma Köprüden geçerken İğdir köyünü oraların yamacında bırakıyoruz. Köprü yükseltisinden seraların doldurduğu bir yatağı, köprünün altından geçen geniş yataktağa yayılmış Sakarya suyu bir kavisle ikiye bölüyor. yukarılarda çam yeşili dağların bellerini bir şerit halinde sis öbekleri tutuyor, bu şerit ta Bozaniç Kayasına dayanıyor, kayanın keskin ucu soluk maviye erişiyor oralarda.
Minibüstekileri yol susturmuş olmalı, köprüyü geçtikten sonra, arkadaşlardan birisi, "Sarıcakaya birazdan..." diyor.
(...)
Yorumlar
Yorum Gönder