Çaycuma Yazıları

Yandım Ela Gözüne ve Çağrıştırdıkları

 

Eser, yeni çıktı, Kurgu Kültür Merkezi Yayınlarından. Okuyucusu ile de 11 Aralık 2013 Çarşamba günü saat: 19.00’da Çaycuma Kültür ve Sanat Merkezinde buluşacak.
Kırnapçı’nın eseri somut olan ve somut olmayan kültür varlıklarına dair. Doğal olarak da bu alanda tespit ettiklerini bir kitabın sonsuzluğuna aktarmanın sevincini yaşıyor, Kırnapçı… Yazarın hayat duyarlılığına, içinde yaşadığımız coğrafyanın yaşama dairliği çerçevesinde ortaya çıkmış kültür varlıklarının daha geniş paydaşlarına ulaşması adına karlı bir pazarın akşamında klavyemin başına oturuyorum.

İlk coğrafyacı Strabon’un Billaios Nehri dediği, Filyos Çayı Çaycuma topraklarını ikiye böler. Bu, kollarıyla tüm Çaycuma coğrafyasına uzanan işgalci bir nehirdir. Gali Dağı buraların gökdeleni. Taşağıl ve Kütükbaşı da burada. Taşağıl yukarıdan izliyor, işgalci nehri. Onun yukarılardan alıp Saz Sahiline cömertçe serptiği zenginlikleri de tekmil görüyor ve Ohlara Yaylasına selam gönderiyor…
Yalı, zamanı sallıyor salıncağında, arada bir küf veriyor poyraz… Ve ona akıyor Filyos.
Göl Dağı, Balat Dağı ve Alam Dağı da az dağ değil, uygarlıkları demlemiş belenlerinde… Eteklerinde birçok yaşam alanı; köy.
Ve karlar altındaki Çaycuma coğrafyasını düşünüyorum. Coğrafyasındaki seksen üç köyü ve yüzlerce mahalleyi… Mekânlardaki harmoniyi düşünüyorum…
Kültür tarihinde hiçbir icat, hiçbir yaratma insandan ayrı düşünülemez.
Aslında kültür tarihi, insanlık tarihidir bir yerde…

SEYSANA, Bu coğrafyada olup da yakın tarihte ve hala yaşanan herkesin bildiği, yaşadığı belge niteliğinde deyimler, gelenek görenekler ve adlandırmalar var.
Seysana, çeyiz demek gibi gözükse de kızın yıllardır hazırladığı esas çeyizler sandıkla hak almada gidiyor. Seyi, keten ve kendir kilim demek. Seysene, seysana buradan türemiş sanki, erkek tarafının kız evine götürdüğü ve kız evinden de bazı eşyaların eklendiği kaba, yer tutan eşyaları erkek evine geliyor. Sergi ve seyirle ilgili bu SEYSANA... Çünkü Çorak köyünde ve Dağüstü köyünde kendir kilimlere seyi deniliyor. Seyisene, zamanla seysana olmuş.
Kitapta daha kafa yorulacak kökleri derinde bu coğrafyanın kültürü, yani somut olan ve somut olmayan değerleri ve uygulamaları var. Tespit edilip kayıt altına alınması güzel bir uğraş...
Uygarlık tarihi, insanın hikâyesidir ve uzun bir yolculuğu anlatır, bize. Bu alan, başta tarihçiler, edebiyatçılar, sanat tarihçileri, mimarlar, halk bilimciler, arkeobotanikçeler, antropologlar, dilbilimciler, arkeologlar ve birçok disiplinler tarafından incelenip aydınlatılmaya çalışılmaktadır.
Kültür, insanlığın uygarlık tarihi boyunca aklını kullanarak ortaya koyduğu maddi ve manevi her şeydir.
Kültür tarihinde ortaya konulan hiçbir buluş, hiçbir halk yaratması, insandan ayrı düşünülemez. Bazı uygulamaları çok safça ve basit görebiliriz, bunlar da insanın işini kolaylaştırmak için. Ortaya konulan maddi ve manevi her şey insanın işini kolaylaştırmak için ortaya çıkarılmıştır.
Kültür tarihinde icat olunan bir ok, balta, bir kemik parçasından yapılan kaba bir iğne birliğinde birçok buluşa kapı aralamıştır.
Bir zamanlar çok önemli olan ve binlerce yıldır kullanılan orak, tırpan, düven, karasaban gibi tarım araçları, bir traktör, bir biçerdöver ve bir harman makinesiyle tarihe karışmıştır.
Binlerce yıldır sürüp gelen tarım acaba insanın işini çok kolaylaştıran bu dev araçlarla binlerce yıl daha devam edecek midir? Rekabet çerçevesinde sürdürülen buluşlar, enerji kaynakları ve enerji savaşları arasında, doğal olana ve ebelerimizin dedelerimizin yöntemleri ile elde edilen tarıma, ekmeğe yönelik organik veya eko tarım çalışmaları üniversitelerin gündemine neden girmiş acaba? İnsanlar doğal olana niye vurgun?
Toprağa, suya, ağaca ve hayvana saygılı bir hayat, insana saygılı bir hayat mı demek acaba?
Yaşamın anlamı, muhtaç olmadan ve yalnızlaşmadan sevinçte ve tasada daha çok paylaşmak mı acaba?
İnsan insan mücadelesi, insan doğa mücadelesi daha neleri ortaya koyacak ve gelecek yüzyıllarda uygarlık ve kültür tarihine tüm bu gelişmeler nasıl yansıyacak?
Son otuz kırk yılda yaşanan her alandaki değişim hayal edemeyeceğimiz buluşların haberini verse de insanlığın büyük bir çoğunluğu acaba eski bayramları, eski düğünleri ve masallı eski kış gecelerini niçin özler?
Amme, ammece, yani kamu hizmeti anlamına gelen imecedeki ortak ve yardımlaşmaya dayalı çalışma yöntemini bilenler niye özler? Bu çalışma yöntemini bilmeyenlerin de öğrenmesi gerekir mi?

UNESCO Türkiye Millî Komisyonu 24. Dönem Başkanı Prof. Dr. Arsin Aydınuraz 2007 yılında konu ile ilgili çalışmasının önsözünde, UNESCO’nun kuruluş ve var oluşunun dayanağını ve felsefesini: “………sadece içgüdüsel dürtülerle değil, üreterek İNSAN olmayı başardığını, yaşamı, yaşadığı doğayı algılamasını, biyolojik olarak neredeyse aynı olmasına rağmen nasıl çok çeşitli yaratılarla doğadaki biyolojik çeşitliliğe paralel bir kültür çeşitliliği yarattığını da. Bu çeşitliliği yaratan akıl, doğadaki rekabet ve bunun sonucunda oluşan harmoni gibi beraber var oluşu biçimlendirmeyi de başarmalıdır.” Şeklinde ortaya koyuyor ve “İnsanoğlu bir tür meydan okuma ile aklını kullanarak harmoni içerisinde bu gezegeni ve gelecek kuşaklar için yaşamı sürdürülebilir hale getirmeyi biçimlendirmelidir. Bunun için KÜLTÜR sözcüğü ile betimlenen her şeyin, her yaratının değerini anlama ve bunların tümünün, ayrım gözetmeden tüm insanlık adına kollanmasına gerek vardır,” vurgusunu da yapıyor.
“Bu yaklaşımdan hareketle UNESCO, insanlığın birbirini anlayan, değer veren, bu bağlamda akılla üretilene saygı duyan bir anlayış doğrultusunda kültür varlıklarının korunmasını öngören bir sözleşmeyi 1972 yılında yürürlüğe sokmuştur. Bu sözleşme doğrultusunda daha ağırlıklı bir şekilde tapınaklar, tiyatrolar, anıtlar gibi somut varlıklar öne çıkmış ve kültürün diğer öğeleri, sözgelimi yemek alışkanlıkları, bayramlar, danslar, türküler, halı-kilim desenleri, yerel ihtiyaçların biçimlendirdiği araç, gereçler göz ardı edilir, ihmal edilir hale gelmiştir. Oysa o tapınakların, tiyatroların, anıtların yapılmasındaki becerilerin, bilgilerin kuşaktan kuşağa aktarılmasındaki sözlü ve görsel aktarımlar aynı şekilde halılarımıza, danslarımıza, yemek alışkanlıklarımıza yansıyan kültür ürünlerinin de yaratılmasını biçimlendirmişlerdir. O nedenle “aynı aklın ürünlerinin tümü eşit değerdedir ve göz ardı edilmemelidir” düşüncesiyle UNESCO 2003’te yeni bir normatif aygıt, sözleşme düzenleyerek;
Kültürün mimari ağırlıklı olanlarının dışında kalan öğelerini de daha etkin biçimde algılamaya, kollamaya yönelmiştir. Bu, dışlandığı düşünülen öğelerin tümünü “somut olmayan kültürel varlıklar” olarak niteleyen yeni bir yaklaşım ile insanlığın dikkatine, ilgisine ve benimsemesine yönlendiren bir sözleşmedir. Türkiye, bu anlayışı benimseyen ve katılım veren tavrıyla uluslararası platformda yerini alan ilk ülkeler arasındadır,”

Bu çerçevede kurumlar, kuruluşlar, insanlığın ortaya koyduğu somut olan ve somut olmayan kültürel varlıklarına kaynak ayırmaktadır.
Üniversiteler bu alanda çalışmalar yürütmektedir. Bu alanlar uzmanlıkların işi olmuştur.
Halk kültürü ve folklor çalışmalarının Cumhuriyet döneminde hız kazandığı da açıktır.
Kuşaktan kuşağa var olduğu sürece kültürü aktarmak sorun değildir.
Somut olan ve somut olmayan kültürel varlıklar yaşanan hızlı değişimle yok olmaya başladığında üniversiteler ve akademik çevrelerin bakir bölgelere girmesi zaman almaktadır.
Bu çerçevede yerel tarih, halk edebiyatı, halk bilimi o coğrafyada eli kalem tutan gönüllü aydınlara düşmektedir.
Kırnapçı, bu çerçevede içinde yaşadığımız bu coğrafyaya bağlı somut olan ve somut olmayan kültür varlıklarını, genellikle hecenin 11 ve 7’li ölçüsüyle şiirler ortaya koyan, yöre insanın duyuş ve seziş tarzı ile onların coşkularına ve sevinçlerine kılavuzluk eden, bölgede saz şairi geleneği temsilcisi tarzıyla hoş sedalar bırakan ve adı Çaycuma’da zarif belediyecilik örneği ile şehrin bir caddesine de verilen caddeden de öte kurumlardan birine adı verilmesi gereken Hüseyin Çakır’ın Yandım Ela Gözüne dizesi ile çıkardığı eseri bir ilk. Kendi imkânları ile yürütüp ortaya koyduğu bu eserden dolayı Kırnapçı’yı kutluyorum.
Bu kentte yazma eylemi var.
Behçet Kalaycı’nın Kıvırcık adlı romanını çok önemsiyorum. 1930’lu yılların Çaycumasını, Zonguldak’ını romanına mekân olarak alan Kalaycı gerçek kahramanlarla olay örgüsünü ortaya koyuyor ve bu çerçevede serim düğüm ve çözüme varıyor. Bölgenin coğrafya ile ilgili önemli zenginliklerini ve yoğun bir kültürü aktarıyor. Kıvrak da bir dili var bu eserin.
Hamit Kalyoncu, 1968’te edebiyat fakültesini bitirmek için hazırlaması gereken tezinde rotayı Çaycuma’nın köylerine çeviriyor ve somut olmayan birçok kültür varlığını yazının sonsuzluğuna aktarıyor. Bu tezi ben okumadım, fakat bu eser elime geçsin ve piyangodan da şöyle elli yüz bin TL para bana çıksın hayrıma Hamit Kalyoncuyla görüşerek bunu bastırırım.
Hasan Ataman’ın Çaycuma adlı yerel tarih çalışmasında da bazı kültürel varlıklar yer almakta.
Yine bu toprakların yetiştirdiği Mehmet Paşakahyaoğlu, Hayati Yüzlü sazları ve sözleri ile yazma eyleminin çok girmediği kır yaşamını dizeleri ve türküleri ile ölümsüz kılmaktadırlar.
Nilgün Çelik’in yöre figürlerini sahada tespit edip Çaycuma yöresi halk danslarına yaptığı katkı da ölümsüz bir çalışmadır.
Tüm bu çalışmalar yaşadığımız coğrafyada aidiyet duygusunu geliştiren insanın sağlığı için gerekli moral değerleri besleyen coğrafi yaratmalardır. Çaycumalılık bilinci böyle oluşur. Bu bilinç Çaycuma’yı güçlü kılar. Bu tür çalışmalara değer biçilemez.
Türküsüz kent, kültürsüz ve tarihsiz Çaycuma söylemi çok yanlıştır. 500 yıl önce bile 61 köyü olan bir Çaycuma var ve köylerin çoğu aynı isimle varlık gösteriyor.
Şu an için üzerinde yaşayan insanların paylaşacağı çok şey var. Bunlar zamanla bu tür çalışmalarla ortaya çıkacak…
Özgün bir anlatımla karşılaşacağınız Yandım Ela Gözüne adlı bu kitap üzerinde durulup konuşulacak bir kitap.
Şiir üzerine üç eser ortaya koyan Mevlüt Kırnapçı inceleme ve araştırma türünde ortaya koyduğu Yandım Ela Gözüne adlı ilk eserinde Çaycuma Bölgesi Gelenekleri, Sözcük ve Deyimler ve Değişen Sosyal Yaşam başlıkları altında Çaycuma coğrafyasının kültür fotoğrafından bir kesit sunuyor bize.
Bu çerçevede; bayramlar, düğünler, amme, ammeceden imeceye dönüşen Çaycuma köylüklerinde yaşanan imeceler, Anadolunun birçok köyünde çerçici olarak ifade edilen satıcılar, bohçacılar, Çaycuma’nın eski evleri, sosyalizasyon sürecinde kültüre duran ritüel ve uygulamalardan, bunların söz varlıklarından kesitler, tespitler sunuluyor. Zevkle okunan ve başvuru yapılacak bir kaynak kitap niteliğinde ve 143 sayfalık.
Sözlerime son verirken acaba kaç ilin kaç ilçenin kültürel varlıkları bir kitabın sonsuzluğuna aktarılmıştır?
Geriye kalırsa yazılanlar kalır. Ses, içliyse daha da kalır…



                       Çaycuma, 08 Aralık 2013, Seyfettin Ceylan

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sivas Yıldızeli Nallı Köyü Yazıları-1

SİVAS İLİ YILDIZELİ İLÇESİ NALLI KÖYÜ YAZILARI-2

KIRK ÇINAR KORULUĞU "BİR YATILI OKUL HİKAYESİ"