MEB AKUB İLE ESKİŞEHİR TEPEBAŞI YARIMCA TARAFLARI-1

 


















(Bozkırın Aynasından Oraların Güz Renklerini Alıp Cumhuriyet'in 100. Yılına Veriyoruz)

Yarımca'nın yamaçlarına yeni açılmış, az virajlı ve düzgün yoldan çıkıyoruz, bir süre sonra yolun iki tarafı sık meşe ormanlarıyla ilerliyor, meşeler o kadar yüksek boylu değil, yola yakın düz, yatak yerlerde açılmış küçük parçalardan ibaret yayla tarlaları. Tarlalar sürülmüş, orman toprağı kadar kara ve kuvvetli duruyor, bu toprak, tırmandığımız güney yamaçların beyaz, benekli, boz, çıplak yamaçlarının rengine hiç benzemiyor, buralarda meşelikler toprağı, toprak meşelikleri besliyor. Dağın üzeri dalgalı bir meşe denizi, sağa sola ilerleyip gidiyor göz alabildiğine. Tüm küçük tepelerin, tüm küçük yamaçların, tüm yatak yerlerin üzerine gelen mevsimle bir kahvelik, bir karışık sarılık, bir hafif kızıllık, bir güz kızıllığı, sol tarafımızdaki yamaçların az bir yerine bir ikindi güneşi sağ tarafımızdaki yamaçların çok yerine bir buğulu, belki biraz ılık ekim ayının cansız güneşinin aydınlığıyla yazdan ve tekmil bir güzden kalan güz hüznü, son ayların sıcakları günlerinin yakıcı sonbahar renkleriyle çöküyor.
İyi mavili gökyüzünde salkım salkım zararsız bulutların gölgesi iyice susamış yavan yerlere düşüyor.
Önce bir çeşmenin orada durup tekrar devam ediyoruz.
Az ileride sola girip meydanlık bir yerde duruyoruz, önümüz yastık başlı, seyrekleme çamlık ve hırpani ardıçlık.
İleriler seyrekleme yastık başlı kara çamlar...
Çamların hepsi yıllardır bir sert iklim savaşından yaralıymış kadar, eğri gövdeli, dalları dipteki tavı vermemeye eğilmiş su içer gibi, diplerinde yılların kozalakları eskiyip parçalanıp kararıp kırmızı sarı, yığılı çam pürlerine yarı batmışlar. Bu yastık başlı çamların kalın, yatak kadar yumuşak bir zemin oluşturuyor, yumuşacık karşılıyor ayakkabıları, yürümek hiç yormuyor.
Ara ara ardıçlar bir yere kadar gelişip kurumuşlar, birkaç tanesi ardıç yeşili, onlarda hırpani, duruyor.
Ayaklarımız kurumuş kekik otlarına sürtüyor, eğilip bir tutam kurumuş kekiklerden koparıyorum, mis gibi kekik kokusu. "Mis gibi kekik," diyorum. Arkadaşlardan bazıları eğilip kokuyu duyumsuyor, Her yer, kurumuş ardıç dalları kadar hırpani , kurumuş alçacık çok yıllık kekik çalıları sanki... Bu çalıların içinde ara ara yüz iki yüz adımda bir bizi karşılayan güz çiğdemleri, bizim oraların yoğurtlanları, beyaz ve mavimsi, mavinin içinde hafif bir mor... İyice mor güz çiğdemleri. Birinin soğan köküyle çıkarılıp evdeki saksımda hayat bulmasını düşleyip eğiliyorum, arkadaşlardan birisi, "Bıçak var ama, şimdi yıpranır dönüşte alalım," diyor.
O güzelliğin bozulmaması yönünde kalan düşüncem, bu eylemden beni vazgeçiriyor. Buralarda, başka çiçek falan yok, bir alıç hayali, bir böğürtlen hayali... buralarda yastık başlı yer yer gövdesi kalın, boyu kısa ve eğri gövdeli seyrekleme çamlar, kurumuş ardıçlar o kadar. Haki yeşil ve bozlak yerler.
Yürüdüğümüz aralarda yer yer piknik ocakları, taşlarla çevrili yayla ocaklıkları gibi, sönmüş ve öylece kalmış, kömür mü, odun öğsesi mi, kül dolu kalmış, bu ocakların yakınlarındaki çalımsıların içi çokça bira kutusu. "Buralarda bir orman temizliği gider." diyorum. Birisi, "Keşke bırakmasalardı." diyor.
İleride yolumuz aşağı doğru salınınca bir çamlar öbeğinin oradan sola kırıyoruz, Seyrekleme alanları olan ve kırılmış kaya kumla kaplı bir yayla yolu, bir arazi yoluna paralel, ikindi güneşini sağımıza alıp ilerliyoruz. Güneş de hava da tam yürüme zamanına olanaklı, bir güz ılımanlığı yer gök, İleride sağımızda yayla yerlerinin meralıkları, belki de ormandan açılmış yüz iki yüz dönümlük bir çanağın gölgesizliğini ve yamaçta kirli kar renginde bir koyun sürüsünün kımıltıları, akşam yaylımına açılıyorlar, nereden geldilerse, aşağılarda da bir çoban ve sürü telaşına dair çağrışımlar.
Yerlerde değişik renklerde irili ufaklı taşlar, birini hatıra olarak alıyorum, cüssesine göre daha ağır sanki, taşın içinde de pırıltılı bir damar, arkadaşlara, "Çakmak taşı mı, bilemedim?"
Kemal Öğretmen, "Bunlar volkanik püskürtü taşlar olmalı," diyor, Yerde taşı taşa vursam parçalanacakmış gibi de bir havası var elimdeki taşın. "Olsun, bunu hatıra olarak alıyorum," diyorum ve taşımaya başlıyorum, bir süre sonra yosunlu yere yapışık taşların başında durup söyleşiye başlıyoruz, ekibin çoğu söyleşiye katılıyor. Kına yapıldığını herkes biliyor, neredeyse, bir renkler kurumuş ki yosununda.
Biyoloji Öğretmeni ve MEB AKUB Lideri, "Bu yosunlu taşlar burada havanın çok oksijenli ve sağlam olduğunun işareti." diyor.
Yeni edindiğimiz bu bilgiye neredeyse hepimiz şaşırıyoruz.
Biraz daha gidip bayrağımızı açıyoruz ve günün anlamına uygun fotoğraf çekiniyoruz.
İki Kurnalı Kum Ocağı mevkiinde siyah kırma çakıllı arazi yolundayız, ayaklarımızın altında kum ve çakılların çıtırtısı, arkadan bir araba gelip duruyor, sürekli gülümseyen ve sohbete vurgun bir adam bize yaklaşıyor, çoğunluğumuz sohbete açık bekliyoruz ve ona doğru yöneliyoruz, "Hoş geldiniz, ben Yarımca'nın Muhtarı,"
Hoş beşten sonra kendimizi tanıtıyoruz.
Çok memnun oluyor, "Çay kahve içelim, köye uğrayın." diyor. Teşekkür ediyoruz, Fotoğraf çekiniyoruz.
Muhtar Tevfik Mehmet Şahin, "Yarımca'da 93 nüfus var, ama son zamanlarda yazlıkçılar çoğaldı, ev, bahçe yapanlar çok, yazın nüfus da kalabalık, köyümüz yol üzeri, Eskişehir'e ulaşım Çamlıca'dan merkeze gitmekten daha kolay" diyor.
Tekrar görüşmek üzere telefonlarımızı yazıp ayrılıyoruz.
"Ne sıcak adam." diyoruz.
Fevzi Çakmak Mahallesinde bir hobi bahçesine gitmek üzere üç arabaya binip bir süre sonra, yol boyu yerleşme özelliği gösteren Yarımca'nın düzgün yapılı yerleşkesinden geçip dönemeçlerle inmeye ve karşıda tülenmiş bir güz havasını Eskişehir'in üzerine aktaran parlak akşam güneşinin görme engellerini keserek derinlerdeki şehri izlemeye dalıyoruz.
"Otuz yıllıktır, bu yamaçları yer yer tutan çamlıklar, öğrenciyken çok çam diktik buralara, hangisi benim diktiğim çamdır, şimdi arasam bulamam." diyor, Eskişehirli arkadaşlardan Mustafa Öğretmen, Dinçer Öğretmen ve direksiyondaki İlker Öğretmen onu destekler konuşuyorlar.
"Olsun, siz görevinizi yapmışsınız ya artık bunlar tüm evrene soluyor."
Düzlükte hızlanıp ileride hazan renkli yapraklarıyla güneşin sarısıyla yarışan yol boyu kavaklarının gölgesinde, ovada bir höyük meselesine kafa yoruyoruz.
Kaptanımız İlker İyilik, yerleşmede ve trafiğin iyice yoğunlaştığı bir kavşağın bu taraflarından sinyal vererek sola giriyor.
Hobi bahçesini, yanında duran arabadan tahmin edip iniyoruz.
Kapısı sonuna kadar açık bahçede yıllardır oradan çıkmamış gibi duran Osman Öğretmen bizi karşılıyor.
Bahçe son demlerinde, ne suya hasret ne de bakım isterim, artık, diyor.
Birkaç çeri domates ile unutulmuş birkaç yeşil biber yumuşaklığı ile açlığımızı bastırıyoruz.
Ocaktan odun dumanı yükseliyor ve geniş bir mermer taş ateşten kızıyor, Ali Güneş Öğretmen, şahlanmış bir soğanla, kızan mermeri dezenfekte ediyor, bir koku yayılıyor, kediler peydah oluyor, bir telaşlı iş bölümü başlıyor, Demet ve Aylin Öğretmen bahçe evinin hayatında hazırladıkları salata sofra tahtasından biraz yüksekçe kurulmuş masamıza geliyor, zaman geçiyor, Öğretmen Ali, harladığı semaverden durmadan çaylar döküyor, çayın lezzetinden sayısını unutuyoruz, açık kapıdan mazlum bir köpek giriyor, dişine göre verilenleri kırıyor, bir iştihasıyla kırıyor, mutluluk içinde bir köpeğin varlığını izliyoruz. Kimse buraya niye girdin demiyor. Bu manzaraya hiç ses etmiyoruz..
"Arazide sıcak ateş yatağı, düğüm çeşitleri, mendil, çakmak, aydınlatma lambası, özellikli ve pahalı bir bıçağın marifetleri arama kurtarma." AKUB Eğitmeni de olan Kemal Öğretmen, itina ile açıklanıyor, açıklananlar öyle içselleştirilmiş ki, bir büyüye kapılıyoruz.
Telsizciliğin afetlerdeki önemini de İlker Öğretmen aktarıyor.
Jeneratörün önemi de ortaya konuluyor bir yerde.
Cumhuriyet'in yüzüncü yılı, Türkiye Yüzyılı söyleşilerine semaverden dökülen çaylar katılıyor.
Sonra, vedalaşıp şehrin akşam trafiğine karışıyoruz.
(...)
Eskişehir, 28 Ekim 2023, Seyfettin Ceylan

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sivas Yıldızeli Nallı Köyü Yazıları-1

SİVAS İLİ YILDIZELİ İLÇESİ NALLI KÖYÜ YAZILARI-2

KIRK ÇINAR KORULUĞU "BİR YATILI OKUL HİKAYESİ"