HIDIRELLEZ




 Bugün 3 Mayıs, üç gün sonra Hıdırellez ...                                                           

                                                                                                  -2010 Hıdırellezinden kalma bir yazı-

Bizim oranın söyleyişiyle Hızır. Hıdırellez söyleyişinin altında “Hıdır” ve “İlyas” ya da “Hızır” ve “İlyas” olmalı.

 

Oturduğum evin balkonu Dokap Evlerine bakıyor. Bu evin üçüncü katında neredeyse dokuz yıldır oturuyoruz.

 

İki üç yıldır evin yanındaki boşluğa bahçe biçimi vermeye çalışıyorum. Buranın etrafını da o zamanlar çevirdim. Bahçemde üç yaşında 500’e yakın kara meşe, kızıl meşe, saçaklı meşe var. Çaycuma’nın dağlarından topladığım palamutlardan(pelitlerden)yetiştirdim, bunları. Sık ekim olmasına rağmen bayağı kabardılar. Her meşe türünün değişik yaprakları var. Kanaatkâr olmalarına karşın öyle canlılar ki. Hiç soluk, bakımsız durmuyorlar. Bunları bizim oraların yoksul yamaçlarına dikmek için yetiştiriyorum. Buralardan birileri de benden meşe fidanı isterse bahçeden gözetimimde sökmesi koşuluyla onlara da veririm. Bu meşelerden ayrı iki küme halinde daha bir yaşlarında 500-600 adet daha meşe fidanım var. Bunlar daha taze. Yan sürgünleri bile yok. Meşe kümelerinin etrafını neredeyse bir ay önce hafta sonları fırsat buldukça belledim, kazdım. Buralara daha bir şey ekmedim. Tohumdan yetiştirdiğim domates ve biber fidanlarından fideleyeceğim.

 

Bahçenin ortasına bir yere ve duvara yakın tarafa da iki gölgelik yaptım. Bu gölgeliklerin altında badem, elma, ayva, Antep fıstığı, armut, ceviz ve dut tohumları filizlenmekte.

 

Kasım, aralıkta tüplere diktiğim badem tohumları çatlamış ve mart ayının başlarından bu yana neredeyse 30-40 santim olmuştu. Bunların 70 tanesini Merzifon-Yakup köyüne, yani köyüme götürdüm. Gölgeliklerin altında 15-20 tane badem fidanı kaldı. Yeni çıkanlar da var. Cevizlerden ve Antep fıstıklarının filizlenenlerinden de götürdüm. Burada bir iki tane bakımlık kaldı.

 

Dut acayip bir şey. Bu yaz eşimin memleketi Maraş-Pazarcık’tan kurutulmuş dut almıştık. Dut kurusunu yemek çok güzel, çok da sağlıklı olduğu söyleniyor. Kestane ve fındık nasıl Kuzey Anadolu’nunsa dut ve kayısı kurusu da Güney Anadolu’nun… Oraların çarşısında dut kurusu, kayısı kurusu, üzüm kurusu, erik kurusu hayli göze çarpıyor. Patlıcanın kurusu, biberin kurusu, salatalığın kurusu, biberin kurusu… Nerdeyse her şeyin kurusu var. İşte bir dut kurusundan birçok tohum çıkıyor. Yeşil duttaki bütün o damlacıklar kuruyunca birer tohum oluyor. Bakalım ne olacak diye bunları ekivermiştim. Hepsi çıktı nerdeyse. Güneş vurunca pır pır ediyor adama… Gecenin çiğinden kalmış yeşil bir damla gibiler. Bunların çoğunu beşerli onarlı kümeler halinde tüplere aldım. Biraz kökleşince ayırırım diye… Arada bir suluyorum.

 

Bu yüz yüz elli metrekarelik bahçemde üç beş tane kestane fidanı, on on beş tane defne fidanı, yeni patlamış asma çelikleri, karaağaç, gürgen, kayın, ayva fidanları… Rengi, duruşu ayrı ayrı. Hepsinin başka bir şahsiyeti var. Bunlara her sabah saat 8 sıralarında daireye gitmeden önce, öğle yemeğine gidince ve akşamları hava yağmurlu bile olsa seyyar kapıyı kaldırıp bahçeye şöyle bir göz atar ve orada biraz vakit geçiririm. Arada bir sulama süzgeciyle fidanları sularım. Otunu alırım. Akşamları yemeğimi yedikten sonra evin balkonuna çıkıp biraz da yukarıdan izlerim emek verdiğim bahçemi. Balkondaki çam fidanına, kader çiçeğine, nane filizlerine, dağ sarmaşığını da unutmam. Saksıda başağa durmuş buğdayların rüzgarda öyle bir sallanışı var ki. Çıkır çıkır da ses çıkarırlar.

 

Akşam yine balkondayım. Hava hafif serin. Üç beş akşamdır böyle. Yağmur öncesi havasının serinliği. Yağmur da yağmıyor. Kalorifer bacaları belki de bu yılın son dumanlarını üflüyor usul usul. Havada çok hafif bir kömür dumanı kokusu. Sokak lambalarının ışığı meşe yapraklarında parıldıyor. Rüzgar buğday başaklarını hafif hafif sallıyor, balkonda. Buğdayların ve benim gölgem duvarın beyazlığına düşüyor. Karşıda Dokap’ın blokları. Bloklar bahçe içinde, sokaklar aydınlık. Yol kıyılarında arabalar duruyor. Evlerin çatılarının başladığı yere kadar yeni akşam oluyor sanki. Çatılar karanlık gözüküyor. İleride Nadır’ın ötesinde Karamusa Dedeler’in dönemeçli ve dik yolunun oralarda bir ateşin alevleri yükselmekte. Kımıltılar var. Başka ışıklar da göze çarpıyor. Ateşin yanında birileri var gibi. 

Duruyorum: "Geçen yıl. Önceki yıl. Bir önceki yılda da mı bu tarihlerde ateş yakılıyordu, o yamaçta."

 

    Hıdırellez ve ateş yakmak. Hemen bizim oraların Hızır’dan önceki akşamını hatırlıyorum. “Böyle bir şey yok diyorum.” kendi kendime.

Mahalleden komşulardan birini telefonla arıyorum. Telefonda Hıdırellez akşamı ateş yakılıp yakılmadığını bilmediğini söylüyor, komşular. Bunu anlamak için Araştırmacı yazar Hasan Ataman’ın Çaycuma adlı kitabını karıştırıyorum. Kültür bölümünde böyle bir bilgi olmadığını, Mustafa Zeren’le Röportaj bölümünde de böyle bilgi yer almadığı kanaatine vardıktan sonra Hasan Ataman’ı cebinden arıyorum ve durumu anlatıp sorumu soruyorum. Özet olarak buralarda Türk kültürü olduğu ve çocukluklarının hep böyle geçtiği, ateşler yakıldığı bilgisini ve Çaycuma’nın antik dönemine dair bir kitap hazırlığı içinde olduğu ve elinde taranması gereken çok kaynak olduğu bilgisini de sohbet arasında alıyorum.

 

Kaç yıldır buralardayız. Buralarda Hıdırellez üç dört gün kutlanıyor. Bugün yerel basında Hıdırellez 4 gün kutlanacak diye yer almış. İlk gün Nadır’da, ikinci gün Sıracevizler’de, üçüncü gün İstasyon’da ve üç beş yıldır da dördüncü gün Pehlivanlar’da kutlanıyor.  Hıdırellez buralarda epeyi özgün bir hal almış.

Bizim oralarda Hıdırellez eğrice bir gün olarak kabul edilir, yani bugün işe gidilmez. Öyle ki işe gidenin işinin rast gitmeyeceğine dair deyimler dile girmiş. Bahçeye fasulye ekmeye gidenin fasulyesini sıçanın keseceği, çüt sürmeye giden reçberin sabanın demirinin kırılacağı, çapa yapmaya giden çapacının çapasının sapının kırılacağı gibi şeyler söylenir. Akşamdan ekmekler, çörekler, saçüstüler pişirilir. Yumurtalar kaynatılır, piyazlar yapılır, tavuklar kesilir. Rakılar alınır ve Hızır günü bir su başına, ağaç altına, çayırlık bir yere yemeye içmeye gidilir. Sonrada çevrede görülmesi gezilmesi gereken piknik alanları ve yerler gezilir. Kısacası felekten bir gün çalınır. Köyün çayırı da Hızır da bozulur, köyün sığırına serbest bırakılır.

 

Mayıs 7’si diye de sayılı bir gün vardır. Bugün ya dolu yağar, ya aşırı bir yağış olur ya da çok soğuk olur. Bu günden korkulur. Bugün geçince yaylaya çıkma zamanın geldiğine de inanılırmış eskilerde. Yer gök adamı konuk eder derlermiş atalarımız. Mayıs yedisi geçti mi tehlike geçti denir. Göçebe ve tarımcı toplumda sayılı günler gün gün hatta saat saat bilinir ve ona göre hareket edilir.

 

Hızır aslında bolluğa doğru açılan bir kapı ve bolluğa doğru açılan kapının sevincinin Anadolu halkına bir yansıması gibi. Hızır uğrasın, genelde kesenize bereket versin yerine kullanılır. Ambarınıza Hızır uğrasın, evinize Hızır uğrasın. Bozatlı Hızır sen yetiş… gibi deyimler de epeyi yer tutmakta bizim oraların günlük konuşmasında.

 

Hıdırellez ve Hıdırellez ile ilgili inanışlar, Hamit Kalyoncu’nun Kömürde Açan Çiçek adlı eserinde bayağı yer tutuyor. S. 356’dan 360’a kadar, ayrıntıları ile anlatılmış. Böylelikle bu konuda iyi bir derleme ve araştırma yapılmış.

 

Buralarda yarın da Hıdırellez erken kalkın çocuklar ve “çınar ağaçlarını kucaklayın ve bir süre öyle durun, böyle yaparsanız sağlam ve güçlü olursunuz, hastalıklara yakalanmazsınız” diyor Hamit Kalyoncu’nun kitabı. Doğru diyor. Ağacın, ağaçların varlığı sağlıklı olmamıza bir önemli katkı değil mi zaten? İyi ki var, ağaçlar. İyi ki var bahçede, balkonda fidanlar.

 

Ağaçlara, fidanlara, evlerimize ve yurdumuza da Hızır uğrasın.  

 

Kır çiçekleri topladım muhatabına... 

 

Çaycuma, 06.05.2010 Seyfettin Ceylan  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çaycuma Yazıları

SİVAS İLİ YILDIZELİ İLÇESİ NALLI KÖYÜ YAZILARI-2

Taban Ateşi/ Roman taslağı/ 1 Şubat-Nisan 2024